26 Aralık 2011 Pazartesi

GÜNEŞİN BÜYÜSÜ



Fırtına güçlüymüş, hiç de dinesi yokmuş…
Yağmur yağdıkça yağıyor, karanlık bir türlü dağılmıyormuş…
Kalın gri yağmur bulutlarının arasına sıkışan güneş can sıkıntısından küçük beyaz bulutlarla ve sakin rüzgarla iş birliği yapıp bir büyü hazırlamaya başlamış…

Önce beyaz pamuk katmanlarda topladığı küçük yağmur damlalarını biriktirmiş…
İçine biraz renk, biraz umut, biraz şans koymuş…
Rüzgar bir barmen edasında küçük, güçsüz, sevimli bulutları sallamaya başlamış…
Her damlacık farklı bir renk almış…
Önce kırmızılar ve turuncular girmiş sıraya umutları toplamış,
Ardından yeşiller ve sarılar damlalara karışmış mutluluk olmuş…
Şans da mavi, lacivert ve mora dolmuş…  
Renkli damlacıklar güneşin sıcağında birbirine karışmış, sallana salana uzamış, büyümüş…

Gri bulutlar dağılıp, yağmur dinince ve fırtına hırçın kollarını yeryüzünden çekince güneş gökyüzünün kuşağını aniden salı vermiş…

Nemli yeryüzü güneşin büyüsüyle aydınlanmış, deniz renklenmiş, gökyüzü boyanmış, tüm dilekler ayaklanmış… 
Kuşağa sarılan melekler dilekleri toplamış...

20 Aralık 2011 Salı

Ateş Dans Ederse



Altın sarısı 2 ateş parçası,
Bir anda hiç olmadık bir yerde dans etmeye başlarsa…
Oyala benim için karanlığı…

Yelkovan zamanı önemsemeyip akrebe sarılırsa…
Tut zamanı…

Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdeysen eğer…
Tanrı parmaklarının arasında kendini hissettiriyorsa…
Ve kelimeler olmadan her şeyi anlatabiliyorsan…
Yakala, bırakma…

Ateş bazen de yakmadan ısıtır işte…
Işığıyla vurur kıyılarına dalga dalga…

12 Aralık 2011 Pazartesi

CÜMBÜŞ



Farklılaşmak, biraz da heyecanlanmak…
Hayatın soyutluğunda kaybolurken
Renklerin cümbüşüne takılmak…

Ruhunu uçurmak, yüreğini ısıtmak, akılını kaçırmak…
Bu mayhoş soyutlukla buluşup
Dokunamadıklarına dokunmak…

Hayatı yok saydığın noktada yaşarken
Şekeri bile kıskandıracak tadı yakalamak…

5 Aralık 2011 Pazartesi

MAİ 'NİN İÇİNDEN ...


Yalnızlık çağırırsa gidersin…
Gidersin, bakarsın, kalırsın, yaşarsın…

Yaşarsın biraz…
Üşürken özlersin, hatırlarsan ağlarsın…
Ağlarsın…
Gözyaşlarını saçarsın,
Ağların arasında ararsın, bakarsın, bulamazsın…
Bulamazsın…
Yalnız kalırsın ama dönemezsin…
Dönemezsin…
Çünkü yalnızlık sarılır bırakmaz…
Bırakamazsın… Yaşarsın…

28 Kasım 2011 Pazartesi

RÜZGARIYLA...




Şöyle dayasam sırtımı heybetli gövdesine
Yorgun hayatıma bir mola versem…

Rüzgardan aldığı gücünü paylaşsa biraz benle…
Güçlensem…

Uzaklara baksam, dalsam, gitsem, arasam hesapsızca…
Bulsam…

Zamansızlık içinde kaybolmanın gizemiyle…
Keyiflensem…

Pervanelerine takılsa aklım…
Uçsam…
Yel olup savrulup gitsem… 

21 Kasım 2011 Pazartesi

HİÇLİĞİMİN SESİ



Boşlukta, boşuna boğuşmak benimkisi…
Hiçliğin zorluğu, hiç kimsenin varlığı…
Yaşanmışlığın ötesi, berisi, yarısı, karşısı, azı, çoğu…

Bazı bazenler vardır…
Çekip gidilesi…
Yürek ister, cesaret bekler, aklı zorlar, denge bozar, içi ezer…
Bir güçlenebilsem, bir öne atabilsem kendimi…
Hiçliğimin karşısına çıkıp da “çoksun ama hiçsin, git de bitsin” diye bilsem…

Yapabilirim belki…
Bazı belkiler vardır bekler doğru zamanın içindeki yerini…
Belki yarındır zamanın tam doğru yeri…

14 Kasım 2011 Pazartesi

DÖNÜYORUZ…



Sarı duvara dayanmış, güneşin son ışıkları ile aydınlanmış,
Dönmeyi, döndürülmeyi bekleyen tekerler gibi bazen özgür, bazen yalnızız…

Bazı duygular vardır ölümsüz gelir bana…
Yalnızlık gibi, vazgeçmek gibi, özgürlük gibi…

Büyürken çocukluğumuzdan vazgeçtiğimiz gibi
Yaşlanırken de hayattan vazgeçiyoruz…
Bir turu tamamlamak için dönüyoruz…   

10 Kasım 2011 Perşembe

10 KASIM... 09:05...

HEP SENİNLEYİZ!!!

ARZU ÇAKILLARI



Çıplak ayakları acıtan gizli güçleriyle ne kadar da heybetli duruyorlar…
Gerçekleşmeyi bekleyen umutlu “Arzu çakılları” onlar…
Dalgaların darbeleriyle şekillenen, güneşin enerjisiyle parlayan bu küçük çakıllar, aslında ne kadar da insana benziyorlar…
Ya da bizler mi zamanla taşlaşıyoruz, giderek onlara benziyoruz…
Hayatın darbelerini, güneşle ısıtıp, suyla temizlerken,
Saklanacak bir sahil bulup, yaşlanıp gidiyoruz…
Bir suyun kenarında buluşup arzularımızı çakıllarda biriktiriyoruz…


1 Kasım 2011 Salı

BÜYÜKTÜR BOYU GÖLGENİN



Bir çubuğun kumla buluşmasında vakti sorgulamak mı?
Coşmuş bir aşkı yaşarken, mutluluğun gölgesinde biraz soluk almak mı?
Güneşin sıcaklığından bir ağacın gölgesine sığınıp serinlemek mi?
Yoksa yaşayamadığımız hayatları bir mum ışığının yansımasında, bir gölge oyununda yaşamak mı?

Gerçeğinden büyüktür boyu gölgenin,
Rengi koyu, tepkisi sert, etkisi güçlüdür,
Fludur ama her şeyden daha gerçektir…

Kaçarken gerçeğe yakalanmaktır...
Gölgeyle buluşmak, hayatla yüzleşmektir…
“Gölgemden korktum” işte bundandır…

Keşke korkmasaydın gölgemizden, bizden ve gerçeklerden…

26 Ekim 2011 Çarşamba

GÜN İZ'İ...


Bu tahta kapıdaki çizikler…

Yaşanmışlıklardan kalan iz’ler mi?
Yoksa etrafta iz’siz yaşanmış hayatlar da var mı?

Sen hangi iz’in sahibisin? Hangi iz senin iz’in?

Anlık izler değil, silinip gitmelik hiç değiller,
Gün be gün birikmişler…

Keşke saklambaç oynamak kadar kolay olsaydı…
Keşke beni bulacağının umudu sarsaydı etrafımı…
Haberin var mı?
İz’lerimle saklandım ben…

Eğer bir gün bulmak istersen beni “gün izi” süreceksin…
“Gün izi ne demek” diye sorar gibisin…
Zor mu geldi?
Korktun mu?

Korkma!
Korkma vakti henüz hiç değil,

Görünce hemen tanıyacaksın bendeki iz’lerini…

Her bulduğun iz’in düşümünde soğukta kalan ellerimi, kuruyan dudaklarımı, güçsüzleşen kollarımı göreceksin.

Gördün mü?
Ne kadar gerçekler değil mi?
Çok mu soğuk ellerim?
Evet, çok çatlamış dudaklarım,
Zorlama sarılamaz güçsüz kollarım…

İz’den, senin iz’inden daha gerçek bir korku yok
Haydi, artık sen de kork!

19 Ekim 2011 Çarşamba

BENİ YOLDA YAKALA YAĞMUR


Yolda yakalanmak var ıslaklığın tadına…
Hele ki çiseleyen bir yağmurda yürüyorsam, ürperten serinlik çarparken nemli suratıma,
yaklaşmayın hiç yanıma...
Bozmayın, huzur vardır yağmurun her dokunuşunda...

Sakin yağan yağmura takılır bazen sevgiler...
Nefesle buğulanmış bir camın ardına saklanırken duygular,
camdan tahtaya sevgilinin baş harfleri olarak yansırlar...

Bazen de hızla giden bir arabanın camında yolla yarışır damlalar…
Sevgiler gibi hayaller de su damlalarına karışırlar...
Görünmez olur karşılar, uzaklar, yakınlar,
bir muğlaktır yağmurlu camdan bakmalar...

6 Ekim 2011 Perşembe

BİR DAMLA MASUMİYET!


Masumiyet bir kız çocuğunun sümüğünde mi gizlidir, yoksa suçlu ilan edilen suçsuzların içinde mi?


Hiç dokunulmamış bir tenin gizemi midir, yoksa korunmaya muhtaçlık, sevgiye açlık, saflıkla suça açıklık mıdır?

Tam da içimize, en derine dokunan duygudur
masumu anlamanın başlangıcı…

Sonra yayılır masumiyetin tatlı telaşı içimizden çıkıp çevremize,
gülümsetirken suratımızı, düşündürür...
titretirken içimizi, dokunmak isteriz bu masumiyete…

Başını, yanağını okşar, daha ileri gidip yanına otururuz, 
konuşacak cesaretimiz varsa eğer…

Biz sorarsak, o korkar da kaçar diye tedirginizdir aslında…
"Adın ne senin" alfabenin baş harfidir böyle durumlarda...

Masumiyet eğer gerçek masumiyetse az konuşur, çok anlatır,
anlattıkları da içine ruhuna kazınır...

Döner gidersin birkaç dakika sonra başka bir hayata ama masumiyet oracıkta kalır...
Bakar arkandan,
sümüğünü siler koluna,
kurur ama yok olmaz masumiyet bir kumaş parçasının iplikleri arasında…